1982 yılında Mersin İli’nin Anamur İlçesinde doğdum. Taşucu İlköğretim Okulu ve Silifke Yabancı Dil Ağırlıklı Lisesi’nden mezun olduktan sonra 2001 yılında 9 Eylül Hukuk Fakültesinde üniversite eğitimime başladım ve 2005 yılında mezun oldum. 2007 yılından bu yana İzmir Barosu’na kayıtlı Serbest Avukat olarak çalışmaktayım. İzmir Barosu Başkanlığı tarafından düzenlenmiş olan “6284 Sayılı Yasa ve Kadına Yönelik Şiddet Olgusunun Sosyal Psikolojik ve Hukuksal Boyutu” başlıklı çalışmaya, Türkiye Barolar Birliği ve Avrupa Konseyi tarafından “Türk Avukatlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Konusunda Aşamalı Eğitimleri” projesi çerçevesinde gerçekleştirilen “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi” eğitim seminerine, İzmir Barosu Başkanlığı tarafından düzenlenen “Ceza Muhakemesinde Uzlaşma ve Alternatif Bir Çözüm Yolu Olarak Arabuluculuk” başlıklı çalışmaya, İzmir Barosu Başkanlığı tarafından düzenlenen Ceza Muhakemesi Eğitim çalışmalarına ve daha birçok eğitim çalışmalarına ve seminerlere katılmış bulunmaktayım. Dün olduğu gibi bugün de HUKUKİ PROBLEMLERİNİZİN ÇÖZÜMÜNDE YANINIZDAYIM.
Y A R G I TA Y
2. Hukuk Dairesi
ESAS NO: KARAR NO:
2016/15771 2017/1737
Y A R G I T A Y İ L A M I
İNCELENEN KARARIN:
MAHKEMESİ : Didim(Yenihisar) 1. Asliye Hukuk (Aile) Mahkemesi
TARİHİ : 09/02/2016
NUMARASI : 2012/371-2016/46
DAVACI : G
DAVALI : K
DAVA TÜRÜ : Velayet
TEMYİZ EDEN : Davacı
Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı baba tarafından temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
Taraflar İngiliz vatandaşıdır. Davacı baba, evlilik dışı doğan 24/10/2003 doğumlu ortak çocuk Chelsea Lynsey Boyd’un velayetinin anne ve babaya verilmek suretiyle, velayetin ortak düzenlenmesini istemiştir.
Mahkemece özetle; tarafların milli hukukuna göre evlilik dışı doğan çocuklar açısından ortak velayet düzenlemesi mümkün ise de ortak velayet düzenlenmesinin Türk kamu düzenine aykırı olduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir.
Soybağının hükümleri, soybağını kuran hukuka tâbidir. Ancak ana, baba ve çocuğun müşterek millî hukuku bulunuyorsa, soybağının hükümlerine o hukuk, bulunmadığı takdirde müşterek mutad mesken hukuku uygulanır(MÖHUK m. 17/1).
Yetkili yabancı hukukun belirli bir olaya uygulanan hükmünün Türk kamu düzenine açıkça aykırı olması hâlinde, bu hüküm uygulanmaz; gerekli görülen hâllerde, Türk hukuku uygulanır.(MÖHUK m.5/1).
Somut olayda çözülmesi gereken uyuşmazlık, "ortak velayet" düzenlenmesinin Türk kamu düzenine açıkça aykırı olup olmadığının belirlenmesine yöneliktir.
Bu bağlamda öncelikle iç hukukumuzdaki yasal düzenlemelere bakmak gerekir. İç hukukumuzda konumuzla ilgili yasal düzenlemeler aşağıdaki gibidir.
Mahkeme boşanma veya ayrılığa karar verirken, olanak bulundukça ana ve babayı dinledikten ve çocuk vesayet altında ise vasinin ve vesayet makamının düşüncesini aldıktan sonra, ana ve babanın haklarını ve çocuk ile olan kişisel ilişkilerini düzenler.
Velayetin kullanılması kendisine verilmeyen eşin çocuk ile kişisel ilişkisinin düzenlenmesinde, çocuğun özellikle sağlık, eğitim ve ahlâk bakımından yararları esas tutulur. Bu eş, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır(TMK m. 182/1-2).
Ergin olmayan çocuk, ana ve babasının velayeti altındadır. Yasal sebep olmadıkça velayet ana ve babadan alınamaz.
Hâkim vasi atanmasına gerek görmedikçe, kısıtlanan ergin çocuklar da ana ve babanın velayeti altında kalırlar(TMK m. 335).
Evlilik devam ettiği sürece ana ve baba velâyeti birlikte kullanırlar.
Ortak hayata son verilmiş veya ayrılık hâli gerçekleşmişse hâkim, velâyeti eşlerden birine verebilir.
Velâyet, ana ve babadan birinin ölümü hâlinde sağ kalana, boşanmada ise çocuk kendisine bırakılan tarafa aittir"(TMK m.336).
Ana ve baba evli değilse velâyet anaya aittir.
Ana küçük, kısıtlı veya ölmüş ya da velâyet kendisinden alınmışsa hâkim, çocuğun menfaatine göre, vasi atar veya velâyeti babaya verir(TMK m.337).
Türkiye Cumhuriyeti adına 14 Mart 1985 tarihinde imzalanan "11 Nolu Protokol ile Değişik İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek 7 Nolu Protokol", 6684 sayılı Kanun ile onaylanması uygun bulunarak, 25.03.2016 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanıp yürürlüğe girmiş ve iç hukukumuz halini almıştır. Ek 7 Nolu Protokol'ün 5. maddesine göre, "Eşler, evlilik bakımından, evlilik süresince ve evliliğin bitmesi halinde, kendi aralarındaki ve çocuklarıyla olan ilişkilerinde, özel hukuk niteliği taşıyan hak ve sorumluluklar açısından eşittir. Bu madde, devletlerin çocuklar yararına gereken tedbirleri almalarına engel değildir".
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin Milletlerarası Andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda Milletlerarası Andlaşma hükümleri esas alınır. (Türkiye Cumhuriyeti Anayasası m.90/son).
İç hukukla ilgili yasal düzenlemeye baktıktan sonra "kamu düzeni" (ordre puplic) kavramı üzerinde durmak uyuşmazlığın çözümü için yararlı olacaktır.
Kamu düzeninin bütün özelliklerini ifade edecek tam bir tarifini yapmak kolay değildir. Genel bir tanımla; "Kamu düzeni kuralları, bir memlekettte kamu hizmetlerinin iyi yapılmasını, devletin emniyet ve asayişini ve fertler arasındaki münasebetlerde huzur ve ahlak kaidelerine uygunluğu temine yarayan müessese ve kaidelerin tümüdür". Bu genel çerçeve içerisinde kamu düzeni kuralları bir toplumun temel yapısı ve temel çıkarlarını koruyan kurallar olarak açıklanabilir. (Prof. Dr.Aysel Çelikel-Prof.Dr. B. Bahadır Erdem, Milletlerarası Özel Hukuk 1l.bası-sayfa:149 ).
Genel olarak; hukuk sisteminin toplumsal kalkınmayı hedefleyen ve kişisel hak ve özgürlükleri koruyan temel prensipleri, anayasanın temel ilkeleri ve toplumda cari olan örf-âdet ve ahlk telakkileri, kamu düzenini temsil eden değerler olarak ifade edilebilir ve bu değerlerle açık bir şekilde uyuşmayan yabancı hukukun veya yabancı hukuk hükmünün kamu düzenine aykırı sayılarak uygulanmayacağı söylenebilir. Yabancı hukukun veya yabancı hukuk hükmünün somut olayda tatbiki ile ortaya çıkaracağı sonuç, yukarıda belirtilen temel ilke ve değerler karşısında da tahammül edilmez bir durum yaratmakta ise, yabancı hukukun kamu düzenini açıkça ihlal ettiğinden bahisle yabancı hukuk uygulanmaz. Burada, yabancı hukukun tatbikini engelleyen kamu düzeninin "menfî etkisi"nden bahsedilir. Kamu düzeni kavramı geniş, muğlâk, izafî ve değişkendir(Prof.Dr.Cemal Şanlı-Doç.Dr.Emre Esen- Yrd.Doç.İnci Ataman-Figanmeşe, Milletlerarası Özel Hukuk-4.Bası-sayfa: 72-73-78).
Türk hukukunda kamu düzeni (ordre puplic, amme intizamı) yabancı hukukun tatbikini önleyen istisnaî bir göreve sahiptir. Kanunlar ihtilâfı kaidelerimizce yetkilendirilen yabancı hukuk ülkenin kamu düzenine "açıkça" aykırılık teşkil etmemesi şartıyla tatbik olunma imkânına sahiptir(MÖHUK m.5). Şu halde, kamu düzeni bizim için kanunlar ihtilâfı hukukuna ait tek taraflı bir "bağlanma kaidesi" değildir. Aksine kanunlar ihtilâfı kaidemizin gösterdiği yabancı hukuk nizamının tatbiki prensibinin bir istisnasıdır(Prof.Ergin Nomer-Prof.Cemal Şanlı, Devletler Hususî Hukuk, 18.bası-sayfa:l59)
"...Esasa uygulanan hukukun Türk Hukukunda farklı olması ya da Türk Hukukunun emredici kurallarına aykırı olması gibi nedenlerle yabancı kararın tenfizi reddedilemez. Burada esas alınması gereken kıstas, yabancı ilamın Türk Hukukunda bir veya birden çok kanun hükümlerine aykırı bulunmasından çok, Türk Hukukunun temel değerlerine, Türk genel adap ve ahlak anlayışına Türk kanunlarının dayandığı temel adalet anlayışına ve hukuk siyasetine, Anayasa'da yer alan temel hak ve özgürlüklere milletlerarası alanda geçerli ortak ve kabul görmüş hukuk prensiplerine, ikili anlaşmalara, gelişmiş toplumların ortak benimsedikleri ahlak ve adalet anlayışına, medeniyet seviyesine siyasi ve ekonomik rejimine bakmak olmalıdır" (10.02.2012 tarih ve 2010/1 E, 2012/1 K.saylı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı).
Yukarıda değinilen iç hukukumuz ve kamu düzeni kavramı ile ilgili açıklamalara göre somut olay değerlendirildiğinde "ORTAK VELAYET" DÜZENLENMESİNİN, TÜRK KAMU DÜZENİNE "AÇIKÇA" AYKIRI OLDUĞUNU YA DA TÜRK TOPLUMUNUN TEMEL YAPISI VE TEMEL ÇIKARLARINI İHLAL ETTİĞİNİ SÖYLEMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR.
O halde mahkemece, MÖHUK m. 17/1 gereğince, İngiliz vatandaşı olan tarafların müşterek milli hukuklarındaki velayete ilişkin düzenlemeler dikkate alınarak, işin esasına girilip tüm deliller birlikte değerlendirilerek "ortak velayet" istemine ilişkin davayla ilgili bir karar vermek gerekirken, istemin Türk kamu düzenine aykırı olduğu belirtilmek suretiyle, yazılı şekilde hüküm kurulması, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan sebeple BOZULMASINA, bozma sebebine göre diğer temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 20.02.2017 (Pzt.)
ÖZET : İki haklı ihtar sebebiyle açılacak tahliye davasının kira süresinin, bir yıldan uzun süreli kiralarda ihtarların yapıldığı kira yılının bitiminden başlayarak bir ay içinde açılması zorunludur.İki haklı ihtar sebebiyle açılan davada tahliyeye karar verilebilmesi için kiracıya bir yıldan kısa süreli kira sözleşmelerinde kira süresi içinde, bir yıl ve daha uzun süreli kira sözleşmelerinde ise bir kira yılı veya bir kira yılını aşan süre içinde kira bedelini ödemediği için yazılı olarak iki haklı ihtarda bulunulması gerekir. İhtar tebliğinden sonra yapılan ödemeler iki haklı ihtarın oluşmasına engel teşkil etmez. Süresiz sözleşmelerde ve kira parasının yıllık ödenmesi gereken hallerde iki haklı ihtar oluşmaz.
Yasal bir aylık süre geçirildikten sonra açılan dava süresinde açılmadığından, mahkemece tahliye isteminin reddine karar verilmesi gerekir.
DAVA : Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan yukarda tarih ve numarası yazılı tahliye davasına dair karar, davalı tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla, dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Dava iki haklı ihtar sebebiyle kiralananın tahliyesi istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulune karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 352/2. maddesi uyarınca iki haklı ihtar sebebiyle açılacak tahliye davasının kira süresinin, bir yıldan uzun süreli kiralarda ihtarların yapıldığı kira yılının bitiminden başlayarak bir ay içinde açılması zorunludur.
İki haklı ihtar sebebiyle açılan davada tahliyeye karar verilebilmesi için kiracıya bir yıldan kısa süreli kira sözleşmelerinde kira süresi içinde, bir yıl ve daha uzun süreli kira sözleşmelerinde ise bir kira yılı veya bir kira yılını aşan süre içinde kira bedelini ödemediği için yazılı olarak iki haklı ihtarda bulunulması gerekir. İhtar tebliğinden sonra yapılan ödemeler iki haklı ihtarın oluşmasına engel teşkil etmez. Süresiz sözleşmelerde ve kira parasının yıllık ödenmesi gereken hallerde iki haklı ihtar oluşmaz.
Olayımıza gelince; davacının davaya dayanak yaptığı ve hükme esas alınan 01/10/2002 başlangıç tarihli, bir yıl süreli yazılı kira sözleşmesinin varlığı, taraflar arasında uyuşmazlık konusu değildir. Davacı iki ayrı icra takibi üzerine ödeme emirlerinin tebliğ edilmelerinden sonra davalı tarafından ödemelerin yapıldığı iddiasıyla, iki haklı ihtara neden olan davalının tahliyesi istemi ile 03/12/2014 tarihinde iş bu davayı açmıştır. Yukarıda açıklanan esaslara göre iki haklı ihtar hukuki sebebine dayanılarak açılan davanın, kira yılının bitiminden başlayarak bir ay içerisinde açılması gerekir. Kira sözleşmesinin bir yıl olan süresi 30/09/2003 tarihinde sona ermiş ve 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu'n 347/1 madde gereğince, ayni koşullarla kendiliğinden birer yıllık sürelerle uzayarak dava tarihine nazaran süresi 30.09.2014 tarihinde son bulmuştur. Bu durumda yasal bir aylık süre geçirildikten sonra 03/12/2014 tarihinde açılan dava süresinde açılmadığından, mahkemece tahliye isteminin reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın süresinde açıldığının kabulüyle işin esasının incelenmesi doğru değildir.
Karar bu sebeple bozulmalıdır.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeplerle temyiz itirazlarının kabulüyle 6100 Sayılı HMK.ya 6217 Sayılı Kanunla eklenen geçici 3.madde hükmü gözetilerek HUMK.nın 428.maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA, istenmesi halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 20.09.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
ÖZET : Davacı, fazla çalışma, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Bir işçinin günde en fazla fiilen on dört saat çalışabileceğinin kabulü gerekir. Bu durumda yirmi dört saat çalışıp yirmi dört saat dinlenme usulüyle yapılan çalışmalarda bir hafta üç gün, diğer hafta ise dört gün çalışma yapılacağından, yukarda bahsedilen 63. madde hükmü gereğince, haftalık normal çalışma süresi dolmamış olsa dahi günlük on bir saati aşan çalışmalar fazla çalışma sayılması nedeniyle, bu çalışma sisteminde işçi ilk bir hafta ( 3x3= ) dokuz saat, takip eden hafta ise ( 4x3= ) on iki saat fazla çalışma yapmış sayılmalıdır. Yine yirmi dört saat çalışma ve kırk sekiz saat dinlenme esasına göre yapılan çalışmalarda, sadece yirmi dört saat çalışılan günler için günde üç saatten fazla çalışma hesaplanmalıdır. On iki saat çalışma ve otuz altı saat dinlenme esasına göre yapılan çalışmalarda ise haftalık çalışma süresi belirlenerek kırk beş saati aşan kısmı fazla çalışma kabul edilmeli ve hesaplamalar haftalık olarak yapılmalıdır. Mahkemece bozmaya uyulmasına rağmen fazla çalışma hesabına yönelik bozma gerekleri yerine getirilmeden ve davacının çalışma şekli belirlenmeden sonuca gidilmesi hatalı olup yeniden bozmayı gerektirmiştir. 4857 Sayılı Kanun'un 46. maddesinde işçinin, tatil gününden önce aynı Kanun'un 63. maddesine göre belirlenmiş olan iş günlerinde çalışmış olması şartıyla yedi günlük zaman dilimi içinde yirmi dört saat dinlenme hakkının bulunduğu açıklanmıştır. İşçinin hafta tatili gününde çalışma karşılığı olmaksızın bir günlük ücrete hak kazanacağı da 46. maddenin 2. fıkrasında ifade edilmiştir. Hafta tatili izni kesintisiz en az yirmi dört saattir. Bunun altında bir süre haftalık izin verilmesi durumunda, usulüne uygun şekilde hafta tatili izni kullandığından söz edilemez. Somut olayda; davacının dönemler itibari ile çalışma şekli bozma ilamının iki numaralı bendi gereğince tespit edildikten sonra; on iki saat çalışma otuz altı saat dinlenme, yirmi dört saat çalışma yirmi dört saat dinlenme ve yirmi dört saat çalışma kırk sekiz saat dinlenme esasına göre çalıştığı tespit edilen dönemler yönünden davacının kesintisiz yirmi dört saat dinlendirildiği anlaşılmakla, bu dönemlere rastlayan hafta tatili alacağı isteğinin reddi gerekir.
DAVA : Davacı, fazla çalışma, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme, bozmaya uyarak istemi kısmen hüküm altına almıştır.
Hüküm süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Davacı İsteminin Özeti:
Davacı, davalı işveren işyerinde yapılan çalışmalarının karşılığının ödenmediğini ileri sürerek, fazla çalışma, hafta tatili ve genel tatil alacaklarını istemiştir.
Davalı Cevabının Özeti:
Davalı, federasyon bünyesinde kural olarak fazla mesai yapılmadığını, kamp olmadığı ve dolayısıyla kamp merkezinde faaliyet olmadığı günlerde fazla mesai yapılmasının olağan olmadığını, sporcu sağlığı ve antrenman gereksinimleri bakımından belirtilen geç saatlerde çalışma yapılmasına ihtiyaç duyulmasının da söz konusu olmadığını, ancak kamp dönemlerinde hafta sonu çalışması yapılmış ise de bunun karşılığının ödendiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.
Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı tarafından temyizi üzerine Dairemizce sair temyiz itirazlarının reddine karar verilerek, hesaplamaya esas alınan kamp dönemlerinin tespit edilmesi gerektiği; davacının yirmi dört saat çalışma, yirmi dört saat dinlenme esasına göre çalıştığı dönemlerde bir hafta dokuz, bir hafta on iki saat, yirmi dört saat çalışma kırk sekiz saat dinlenme esasına göre çalıştığı dönemlerde çalışılan her gün için günde üç saat fazla çalışma yaptığının kabul edilmesi ve on iki saat çalışma otuz altı saat dinlenme esasına göre çalıştığı dönemlerde varsa kırk beş saati aşan fazla çalışmanın hesaplanması gerektiği; belirtilen şekildeki çalışmanın olduğu dönemler için hafta tatili alacağı hesaplanmaması gerektiği, genel tatil alacağı yönünden de on iki saat çalışma otuz altı saat dinlenme ve yirmi dört saat çalışma kırk sekiz saat dinlenme esasına göre yapılan çalışma dönemleri için genel tatillerin yarısında, yirmi dört saat çalışma yirmi dört saat dinlenme esasına göre çalıştığı dönemler için ise genel tatillerin 1/3'ünde çalıştığı kabul edilerek hesaplama yapılması gerektiği gerekçeleriyle bozulmasına karar verilmiştir.
Bozmaya uyan mahkemece, kamp dönemleri tespit edilmiş ve genel tatil alacağı yönünden bozma gerekleri yerine getirilerek davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Temyiz:
Kararı davalı temyiz etmiştir.
Gerekçe:
1- )Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışındaki tüm temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.
2- )Fazla çalışma ücretlerinin hesabı konusunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır.
4857 Sayılı İş Kanunu'nun 63. maddesinde çalışma süresi haftada en çok kırkbeş saat olarak belirtilmiştir. Ancak tarafların anlaşması ile bu normal çalışma süresinin, haftanın çalışılan günlerine günde onbir saati aşmamak koşulu ile farklı şekilde dağıtılabileceği ilkesi benimsenmiştir. Kanun'un 41. maddesine göre fazla çalışma, kanunda yazılı şartlar çerçevesinde haftalık kırk beş saati aşan çalışmalar olup, 63. madde hükmüne göre denkleştirme esasının uygulandığı hallerde, işçinin haftalık çalışma süresi, normal haftalık iş süresini aşmamak şartı ile bazı haftalarda toplam kırk beş saati aşsa dahi bu çalışmalar fazla çalışma sayılmaz.
Somut olayda, davalı işveren işyerinde güvenlik görevlisi olarak çalışmış olan davacının fazla çalışma alacağı, kamp olan dönemlerde haftada otuz beş, kamp olmayan dönemlerde ise üç saatten hesaplanmıştır. Ancak gerek davacı beyanı, gerek tanık anlatımları ve gerekse İş Teftiş Kurulu Başkanlığı raporundaki tespitlerden davacının hangi dönem hangi esasa göre çalıştığının tespiti dosya kapsamı ile olanaklı değildir. Öncelikle davacının kamp olan dönemlerde ve olmayan dönemlerde hangi esasa göre çalıştığı, ( yirmi dört saat çalışma yirmi dört saat dinlenme – on iki saat çalışma otuz altı saat dinlenme – yirmi dört saat çalışma kırk sekiz saat dinlenme ) davacıdan ve gerekirse tanıklardan sorularak ve varsa tutulan işyeri kayıtları celp edilerek açıklığa kavuşturulmalıdır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Dairemizin yerleşik uygulamasına göre, bir işçinin günde en fazla fiilen on dört saat çalışabileceğinin kabulü gerekir. Bu durumda yirmi dört saat çalışıp yirmi dört saat dinlenme usulüyle yapılan çalışmalarda bir hafta üç gün, diğer hafta ise dört gün çalışma yapılacağından, yukarda bahsedilen 63. madde hükmü gereğince, haftalık normal çalışma süresi dolmamış olsa dahi günlük on bir saati aşan çalışmalar fazla çalışma sayılması nedeniyle, bu çalışma sisteminde işçi ilk bir hafta ( 3x3= ) dokuz saat, takip eden hafta ise ( 4x3= ) on iki saat fazla çalışma yapmış sayılmalıdır. Yine yirmi dört saat çalışma ve kırk sekiz saat dinlenme esasına göre yapılan çalışmalarda, sadece yirmi dört saat çalışılan günler için günde üç saatten fazla çalışma hesaplanmalıdır. On iki saat çalışma ve otuz altı saat dinlenme esasına göre yapılan çalışmalarda ise haftalık çalışma süresi belirlenerek kırk beş saati aşan kısmı fazla çalışma kabul edilmeli ve hesaplamalar haftalık olarak yapılmalıdır. Mahkemece bozmaya uyulmasına rağmen fazla çalışma hesabına yönelik bozma gerekleri yerine getirilmeden ve davacının çalışma şekli belirlenmeden sonuca gidilmesi hatalı olup yeniden bozmayı gerektirmiştir.
3- )Davacı işçinin hafta tatili ücretine hak kazanıp kazanmadığı hususu taraflar arasında uyuşmazlık konusudur.
4857 Sayılı Kanun'un 46. maddesinde işçinin, tatil gününden önce aynı Kanun'un 63. maddesine göre belirlenmiş olan iş günlerinde çalışmış olması şartıyla yedi günlük zaman dilimi içinde yirmi dört saat dinlenme hakkının bulunduğu açıklanmıştır. İşçinin hafta tatili gününde çalışma karşılığı olmaksızın bir günlük ücrete hak kazanacağı da 46. maddenin 2. fıkrasında ifade edilmiştir.
Hafta tatili izni kesintisiz en az yirmi dört saattir. Bunun altında bir süre haftalık izin verilmesi durumunda, usulüne uygun şekilde hafta tatili izni kullandığından söz edilemez.
Somut olayda; davacının dönemler itibari ile çalışma şekli bozma ilamının iki numaralı bendi gereğince tespit edildikten sonra; on iki saat çalışma otuz altı saat dinlenme, yirmi dört saat çalışma yirmi dört saat dinlenme ve yirmi dört saat çalışma kırk sekiz saat dinlenme esasına göre çalıştığı tespit edilen dönemler yönünden davacının kesintisiz yirmi dört saat dinlendirildiği anlaşılmakla, bu dönemlere rastlayan hafta tatili alacağı isteğinin reddi gerekir. Mahkemece bozmaya uyulmasına rağmen hafta tatili hesabına yönelik bozma gerekleri yerine getirilmeden sonuca gidilmesi hatalı olup yeniden bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : Temyiz olunan kararın, yukarda yazılı sebeplerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenmesi halinde ilgiliye iadesine, 22.09.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
YARGITAY 7. HUKUK DAİRESİ
Esas No. 2015/4672
Karar No. 2015/7580
Tarihi: 28.04.2015
İŞÇİNİN UYARILARA KARŞIN İŞYERİNDE SİGARA İÇMESİ
HAKLI FESİH
ÖZETİ: Somut olayda; davacı iş akdinin haksız feshedildiğini iddia etmiş, davalı işveren ise davacının yasak olduğunu bilmesine rağmen işyerinde sigara içtiğini, iş güvenliğini tehlikeye düşürdüğünü ve bu nedenle feshin haklı olduğunu savunmuştur. Mahkemece davacının eylemi ile davacıya verilen işten çıkarma cezasının orantılı olmadığı gerekçesi ile kıdem ve ihbar tazminatı isteklerinin kabulüne karar vermiştir. Davacının çalıştığı işyeri bir kağıt fabrikası olup yangına çok elverişli bir konumu olduğu tartışmasızdır. Ayrıca davacı 2003 ve 2005 tarihli taahhütnamelerle işyerinde sigara içmeyeceğini taahhüt etmiştir. Yani işverence gerekli uyarılar yapılmıştır. Bütün bu olgular karşısında davacının eylemi 4857 sayılı İ.K'nın 25/II-ı bendinde düzenlenen işçinin kendi isteği veya savsaması yüzünden iş güvenliğini tehlikeye düşürmesi bendine uyduğundan kıdem ve ihbar tazminatı taleplerinin reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verilmesi bozma nedenidir.
Dava Türü: Alacak
Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dosya incelendi, gereği görüşüldü:
Davacı; davalıya ait işyerinde 15.12.2003-27.08.2012 tarihleri arasında forklift operatörü olarak çalıştığını, iş akdinin, davalı işveren tarafından fesih bildirim yazısında belirtilen “yasak olmasına rağmen fabrika içerisinde sigara içilmesi” nedeni ile İş Kanunu'nun 25/2-ı maddesi gereğince feshedildiğini beyan ederek kıdem tazminatı ve ihbar tazminatının tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı; davacının 24.08.2012 tarihinde sigara içerken yakalandığı ve iş akdinin feshedildiğini, müvekkili şirkete ait fabrikanın kağıt/karton üretimi yapan bir fabrika olarak, dünyada yangın riski en yüksek olan fabrikalar arasında bulunduğunu; meydana gelecek en küçük bir yangının söndürülmesinin çok güç olacağı ve işyerinde çalışan yüzlerce kişi ve çevre fabrikaların da yanma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu; fabrika içine sigara, çakmak, kibrit gibi yanıcı maddelerin sokulmasının yasak olduğu, davacının bu konularda 15.12.2003 ve 08.12.2005 tarihlerinde imzalamış olduğu iki ayrı taahhütname olduğunu belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece; davanın kabulüne karar verilmiştir.
Taraflar arasında davacının iş akdinin işverence feshinin haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.
4857 sayılı İş Kanununun 25 inci maddesinin (II) numaralı bendinin (ı) alt bendinde, işçinin isteği ile ya da işini ihmal etmesi sonucu işyerindeki işin güvenliğini tehlikeye düşürmesi hali işverenin haklı fesih nedenleri arasında gösterilmiştir.
İş güvenliği hükümleri, işçi sağlığı ve güvenliğini korumaya yönelik titizlikle uyulması gereken kurallardır. Bu konuda işverenin alması gereken tedbirlerin yanında işçinin de yükümlülükleri vardır. İşçinin kasıtlı bir davranışı ya da görevini savsaması sonucu işin güvenliği yönünden bir tehlike meydana gelmesi durumunda, işveren açısından derhal “haklı nedenle fesih hakkı” ortaya çıkar. İşçinin bu konuda uyarılması veya hatırlatmada bulunulmasına gerek olmadığı gibi, belli bir zararın oluşması da gerekmez. Aynı bentte belirtilen işçinin otuz günlük ücretinin tutarıyla karşılanamayacak bir zarar vermesi, işin güvenliğini tehlikeye düşürmekten bağımsız bir fesih nedenidir. Güvenlik hizmeti veren bekçinin uyuması veya görev yerini terk etmesi, yanıcı ve patlayıcı maddelerin bulunduğu yerde yasaklanmış olmasına rağmen sigara içilmesi, basınçla veya yüksek ısıyla çalışabilir bir cihazın kontrolü ile görevlendirilen işçinin görevini savsaması gibi durumlar, işin güvenliğini tehlikeye düşüren davranışlara örnek olarak verilebilir. Somut olayda; davacı iş akdinin haksız feshedildiğini iddia etmiş, davalı işveren ise davacının yasak olduğunu bilmesine rağmen işyerinde sigara içtiğini, iş güvenliğini tehlikeye düşürdüğünü ve bu nedenle feshin haklı olduğunu savunmuştur.
Mahkemece davacının eylemi ile davacıya verilen işten çıkarma cezasının orantılı olmadığı gerekçesi ile kıdem ve ihbar tazminatı isteklerinin kabulüne karar vermiştir. Davacının çalıştığı işyeri bir kağıt fabrikası olup yangına çok elverişli bir konumu olduğu tartışmasızdır. Ayrıca davacı 2003 ve 2005 tarihli taahhütnamelerle işyerinde sigara içmeyeceğini taahhüt etmiştir. Yani işverence gerekli uyarılar yapılmıştır. Bütün bu olgular karşısında davacının eylemi 4857 sayılı İ.K'nın 25/II-ı bendinde düzenlenen işçinin kendi isteği veya savsaması yüzünden iş güvenliğini tehlikeye düşürmesi bendine uyduğundan kıdem ve ihbar tazminatı taleplerinin reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verilmesi bozma nedenidir.
SONUÇ: Temyiz olunan kararın, yukarıda açıklanan nedenle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde davalıya iadesine, 28.04.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.
* YAYANIN KUSURLU HAREKET ETMESİ SONUCU BAŞKASININ YARALANMASINA VEYA ÖLÜMÜNE NEDEN OLMASI ( Taksirli Yayanın İlgili Suçtan Cezalandırılacağı - Kategorik Olarak Yayaların Taksirle Öldürme ve Yaralama Suçlarının Faili Olamayacaklarının Söylenemeyeceği/Taksirle Yaralama Suçu)
* TRAFİK KAZASINA KUSURU İLE SEBEP OLAN YAYA (Taksirle Yaralama Suçu - Sanığın Kusuruyla Sebebiyet Verdiği Trafik Kazasında Sadece Tazminat Sorumluluğu Bulunup Ceza Sorumluluğunun Olamayacağının Kabulünde İsabet Bulunmadığı)
* YAYALARIN İŞLEDİĞİ TAKSİRLE YARALAMA SUÇU (Trafik Kazalarında Sürücüler Gibi Yayaların da Kendileri İçin Öngörülen Trafik Kurallarına Uymamak Suretiyle Kusurlu Hareket Ederek Başkasının Yaralanmasına veya Ölümüne Neden Olması Durumunda Taksirli Yayanın İlgili Suçtan Cezalandırılması Mümkün Olduğu)
5237/m.22/2,89/1
2918/m.68,70
ÖZET : Uyuşmazlık; bir kişinin yaralanması ile sonuçlanan trafik kazasında sanığın yaya olması ve herhangi bir trafik aracını kullanmaması nedeniyle, taksirle yaralama suçunun faili olup olamayacağının tespitine ilişkindir. Taksirle öldürme ve yaralama suçları herkes tarafından işlenebilecek suçlardan olup kategorik olarak yayaların bu suçların faili olamayacakları söylenemez. Dolayısıyla trafik kazalarında sürücüler gibi yayaların da kendileri için öngörülen tafik kurallarına uymamak suretiyle kusurlu hareket ederek başkasının yaralanmasına veya ölümüne neden olması durumunda taksirli ilgili suçtan cezalandırılması mümkündür. Bu sebeple Özel Dairece yaya olan sanığın kusuruyla sebebiyet verdiği trafik kazasında sadece tazminat sorumluluğu bulunup ceza sorumluluğunun olamayacağının kabulünde isabet bulunmamaktadır.
DAVA : Taksirle bir kişinin yaralanmasına neden olmak suçundan sanık ...'nün beraatine ilişkin, Antalya 6. Sulh Ceza Mahkemesince verilen 22.10.2010 gün ve 830-1016 Sayılı hükmün, Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 2.5.2013 gün ve 27861-12220 sayı ile;
“... 69 promil alkollü mağdur sürücü ..., yönetimindeki otomobil ile gece vakti, orta refüj ile bölünmüş, tek yönlü, meskun mahal yolda seyrederek olay mahalline geldiğinde, seyir yönüne göre sağ tarafından kaplamaya, yola girip, yaya geçidini kullanarak, yolun karşısına geçmekte olan, 238 promil alkollü sanık yaya ...'ye çarpmamak için, direksiyonu kırdığında, başka bir araca çarpması sonucu, mağdur sürücünün basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralandığı olayda, sanık yaya hakkında kamu davası açılmış ve yapılan yargılama sonunda sanığın beraatine karar verilmiştir.
Yayanın sebebiyet verdiği trafik kazasından dolayı sanık olup olmayacağı sorununun öncelikle çözümlenmesi gerekmektedir.
Taksir, istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir. Fail, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme olanak ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmak olup Türk Ceza Kanununun 22/2. maddesi 'Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi' olarak tanımlamaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun son olarak verdiği 7.6.2011 gün 54-120 Sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında da vurgulandığı gibi, öğretide ve uygulamada taksirin unsurları;
1-) Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,
2-) Hareketin iradi olması,
3-) Neticenin iradi olmaması,
4-) Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,
5-) Neticenin öngörülebilir olmasına karşın fail tarafından öngörülememesi, şeklinde kabul edilmektedir.
Yayanın karşıdan karşıya geçerken kendisine motorlu bir vasıtanın çarpacağı ve bu vasıtada bulunanların yaralanacağını öngörebilmesinin kabulü toplumda yaygın olan ortak düşünceye aykırıdır. Yayaların motorlu taşıt sürücülerine zarar vereceklerini, bu sebeple daha fazla basiretli davranmaları gerektiğini bildikleri ve cezalandırılmaları gerektiği kabul edilemez. İntihar etmek için kendisini hızla gelen otomobilin altına atan ve kazaya neden olan şahsın amacı, kendi yaşamına son vermek olup sürücünün yaralanabileceğini de önceden görebileceği söylenemez. Bu sebeple taksirin 'neticenin öngörülebilmesi' unsuru bu gibi olaylarda gerçekleşmemiştir.
2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 46-67. maddelerinde sürücülerin uyacakları kurallar, 68-70. maddelerde ise yayalar, hayvanla çekilen veya elle sürülen araçlarla hayvan sürücülerinin ve yarışlar hakkında kurallar düzenlenmiştir. Yayalarla ilgili düzenlemelerde uyacakları kurallar belirtilmiş, ışıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından araçların uzaklık ve hızını göz önüne almaları, yolu kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra, en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilecekleri hükme bağlanmıştır. Belirtilen kurallara uymayanlar hakkında ise idari para cezasına hükmolunacaktır. Kanun koyucu tarafından da yayanın kendi can güvenliğini sağlaması için bir takım kurallar konulmuş, trafik kazaları ile ilgili 81. madde vd. maddelerinde sadece sürücülerden bahsedilmiş, yayaların motorlu taşıt sürücülerine veya başkalarına verebilecekleri zararlardan dolayı cezai sorumlulukları yönüne gidilmemiştir. Ayrıca ister kasdi, isterse taksirli olsun, bir fiilin cezalandırılabilmesi için uygunluk, elverişlilik, yeterlilik koşulları gerçekleşmelidir. Bir yayanın motorlu taşıt vasıtasına çarpmasında bu koşulların gerçekleştiği öne sürülemez. Örneğin bir yayanın otobüse çarpması halinde meydana gelen kazada otobüs içindekilerin ölmesinde veya yaralanmasında, aranılan bu yeterlilik, elverişlilik ve uygunluk koşulları yoktur. Bu sebeple trafik kazasına karışan yayanın TCK'nın 85 veya 89. maddeleri gereğince cezalandırılması, Ceza Hukukunun vurgulanan bu temel kriterlerine aykırıdır.
Bir olayda hukuki sorumluluk ile cezai sorumluluk farklı olup, taksirli cezai sorumluluk daha dar olarak düzenlenmiş ve bunun çerçevesi TCK'nun 22. maddesinde çizilmiştir. Trafik kazasında yayanın hukuki sorumluluğunun bulunması, cezai yönden de sorumlu olmasını gerektirmez. Yayanın kusurlu olması, yeni Türk Ceza Kanunu uygulamasında sürücünün cezasının belirlenmesinde ve hakkında lehe hükümlerin uygulanmasında nazara alınıp adaletli bir cezalandırma sağlanmaya çalışılmaktadır.
Yayaların kusurlu olmaları tazmini sorumluluğu gerektirir. Meydana gelen kazadan dolayı cezai sorumluluğun var olduğu kabul edilemez...",
Açıklaması ile hükmün onanmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 16.7.2013 gün ve 114089 sayı ile;
“... Kanun düzenlemesinde suçun failine dair herhangi bir özellik ve nitelendirmede bulunulmadığından, olayımız taksir sorumluluğunu düzenleyen TCK'nun 22/2. fıkrası ve TCK'nun taksirle yaralama suçunu düzenleyen 89. maddesi göz önünde bulundurularak çözülmelidir. 2918 Sayılı Kanundaki düzenlemeler, taksirle yaralama suçunda kusurun tespiti ve oranı açısından önem arzeder, suçun unsurlarının oluşup oluşmadığının tespitinde esas alınacak olan düzenleme suçun düzenlendiği TCK'nun ilgili maddeleridir.
Dosyadaki olayı mevzuat ile birlikte irdeleyecek olursak;
TCK'nun 89/1. maddesinde 'Taksirle başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi'den bahsedilmektedir.
Taksir kavramı, TCK'nun 22. maddesinin 2. fıkrasında: 'Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanunî tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.' şeklinde tanımlanmıştır. Bir başka deyişle, kişinin istememekle beraber kendisinden beklenen ve göstermek zorunda olduğu özeni göstermemek suretiyle suç tipinde belirtilen neticenin gerçekleşmesi hali olarak da ifade edilebilir.
Taksirle işlenen haksızlıklarda hareket iradidir. Dosyadaki olayımızda sanığın hareketinin iradi veya istem dışı olup olmamasında bir çekişme yoktur.
Suça dair kanuni tarifte belirtilen maddi unsurlardan birinin gerçekleşmesinin 'öngörülmemiş olması', taksirin bir özelliğidir. Buna ek olarak 'dikkat ve özen' unsuru da olmalıdır. Gerekli dikkat ve özen gösterilmiş olsaydı kanuni tarifte yer alan bir unsurun gerçekleşeceği öngörülecekti diyebiliyorsak, bu fiil taksirle işlenmiş demektir.
Taksirin esası, öngörebilme olanağına rağmen failin toplumsal düzeni ilgilendiren zararlı ya da tehlikeli neticeleri öngörmemesi veya öngördüğü halde neticeyi önlememesidir.
Objektif özen yükümlülüğünün kaynaklarıdan biri de toplumdaki ortak deneyim ve tecrübelerdir. Özen yükümlülüğünün ihlali olarak ortak tecrübe ve hayat deneyimlerinin gerektirdiği dikkat ve özen yükümüne aykırılık da taksirli hareketi doğurabilir.
İhlal edilen objektif özen yükümlülüğünün mutlaka belli bir hukuki değerle alakalı olması gerekir. Öngörebilme somut olayın özelliklerine göre bizzat failin şahsi niteliklerinin dikkate alınması suretiyle belirlenir. Dikkat ve özen yükümlülüğünün kaynağı, davranış normlarıdır. Ancak bunlar karşımıza pozitif hukuk metinlerine yansımış yükümlülükler şeklinde çıkabileceği gibi, müşterek hayat tecrübeleri ile de bu yükümlülükler ifade edilebilirler.
Olayımızda sanık özen yükümlülüğüne riayet etmemiştir. Zira, alkollü bir şekilde yola çıkan bir yaya, yoldan geçmekte olan bir araç sürücüsünün güvenli sürüş yeteneğini etkileyebileceği konusunda dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmesi gerekir.
Yaya olan sanığın hareketi ile şikayetçinin yaralanması arasında illiyet bağı vardır. Sanığın alkollü bir şekilde yola çıkma şeklinde gelişen davranışı ile zararlı netice arasında sebep-sonuç ilişkisi kurulmaktadır. Sanığın bu fiili olmasaydı netice meydana gelmeyecekti.
Olayımızda 'neticenin öngörülebilir olması' unsuru açısından da problem yoktur. Burada dikkat edilmesi gereken husus, yayanın motorlu araca çarpması ve sürücüsüne zarar vermesi değil, yayanın kusurlu hareketi ile aracını kullanmakta olan şikayetçinin sürüş yeteneğini olumsuz olarak etkilenmesi ve bunun sonucunda da araç sürücüsünün ister yaya olan sanığa çarpması, isterse yayaya çarpmadan direksiyon hakimiyetini kaybetmek suretiyle devrilmesi ve bir başka şeye çarpması ile olsun, bir şekilde zarar görmesidir. Daire kararında geçen '...Yayaların motorlu taşıt sürücülerine zarar vereceklerini, bu sebeple daha fazla basiretli davranmaları gerektiğini bilmeleri ve cezalandırılmaları gerektiği kabul edilemez.' şeklindeki ifade 'dikkat ve özen yükümlülüğü' ve 'öngörme' kavramları ile çelişmektedir.
Taksirli hareket sonucunda zarar neticesinin doğması ile ilgiliği olarak örnek verecek olursak; yolda yürümemesi gereken hayvanların bir kazaya sebebiyet vermeleri durumunda hayvan sahibinin cezai sorumluluğunun bulunduğu kabul edildiğine göre, olmaması gereken bir yerde bulunup da yoldan geçmekte olan sürücüleri etkileyen, onların güvenli sürüş yeteneklerinin kaybolmasına neden olan yayaların cezai sorumluluklarının olamayacağını iddia etmek, ilamdaki kabulün aksine, toplum yaşantısındaki genel algılamaya aykırıdır.
Sonuç olarak, yayanın alkollü veya normal şekilde karşıdan karşıya geçerken, olmaması gereken bir yerde yayanın bulunması sonucunda araç sürücüsünün dikkatli sürüş yeteneğini kaybetmesine ve bir şekilde zarar görebileceğine neden olabileceğini öngörebilmesi gerekir. İradi hareket sonucunda sadece araç sürücüsünün zarar görebileceğinden ziyade, araçtaki yolcular da zarar görebilir ve yaya olan kişiden motorlu araç sürücüsü veya araçta yolcu olarak bulunan kişilere zarar vermemesi için, dikkat ve özen yükümlülüğüne riayet etmesi beklenir. Bu gibi olaylarda 'neticenin öngörülebilmesi' koşulunun gerçekleşmeyeceği yönündeki görüşe katılmamız mümkün değildir.
Yukarıdaki nedenlerden dolayı yerel mahkeme kararı usul ve yasaya aykırı bulunduğundan hükmün tebliğnamedeki gerekçe doğrultusunda bozulmasına karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçelerle onamasına karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olduğu...”,
Görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.
CMK'nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 23.12.2013 gün ve 17297-30342 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:
KARAR : Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; bir kişinin yaralanması ile sonuçlanan trafik kazasında sanığın yaya olması ve herhangi bir trafik aracını kullanmaması nedeniyle, taksirle yaralama suçunun faili olup olamayacağının tespitine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
69 promil alkollü müşteki sanık ...'ın yönetimindeki otomobil ile gece vakti, orta refüj ile bölünmüş, tek yönlü, meskun mahalde bulunan yolda seyir halinde iken seyir yönüne göre sağ tarafından yola girip, yaya geçidini kullanarak, yolun karşısına geçmekte olan, 238 promil alkollü olan sanık ...'ye çarpmamak için, direksiyonu kırdığında, başka bir araca çarpması sonucu, basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralandığı,
Müşteki sanık ...'ın soruşturma aşamasında alınan beyanında yaya olan sanık ...'den şikayetçi olduğu, ... hakkında taksirle yaralamaya neden olma, ... hakkında ise trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçundan kamu davası açıldığı,
Anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından, öncelikle taksir ve unsurları üzerinde durulması gerekmektedir.
Kural olarak suç, ancak kastla, işlenebilecekken, kanunda açıkça gösterilen hallerde taksirle de işlenebilecektir. Failin cezalandırılabilmesi için kanunda açık bir düzenleme bulunmasının zorunlu olduğu istisnai bir kusurluluk şekli olan taksir, 5237 Sayılı TCK'nun 22/2. maddesinde; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlanmıştır.
Ceza Genel Kurulunun 7.6.2001 gün ve 54-120 ile 6.10.2009 gün ve 189-220 Sayılı kararlarında da; "Taksir istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alması ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir, fail tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır" açıklamalarına yer verilmiştir.
Öğretide de benimsendiği üzere, Ceza Genel Kurulunun birçok kararında taksirin unsurları;
1-) Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,
2-) Hareketin iradi olması,
3-) Neticenin iradi olmaması,
4-) Hareket ile netice arasında nedensellik bağının bulunması,
5-) Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülememiş olması,
Şeklinde kabul edilmektedir.
Uyuşmazlığa konu olayda, diğer şartların gerçekleştiği konusunda bir tereddüt bulunmaması nedeniyle, 5. bentte yer alan neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörüle- memiş olması şartının gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde durulmalıdır.
Taksirle gerçekleştirilen bazı eylemlerin suç olarak tanımlanıp cezaî yaptırıma bağlanmasıyla, insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hale gelen toplum hayatı içinde daha dikkatli davranmalarının temin edilmesi amaçlanmaktadır. Kanun ve ortak hayat tecrübesinin sonucu olarak kendisine toplum tarafından yüklenen dikkat ve özen görevini ihlal eden ve bu hareketiyle öngörülebilir zararlı neticeye sebep olan kişinin taksirle işlenen suçlara dair cezaî sorumluluğu benimsenmiş, fakat taksirden sözedilemek için de kanunî tarife uygun fiilin işlenebileceğinin öngörülme imkanının mevcut olması aranmıştır.
Bilindiği üzere, failin iradesi kasten işlenen suçlarda neticeye, taksirli suçlarda ise harekete yöneliktir. Gerek kanun tarafından konulan, gerekse ortak deneyimler ürünü olan kurallara iradi olarak riayetsizlik suretiyle dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranıldığı takdirde, bir takım zararlı neticelerin doğabileceği öngörülebiliyorsa taksir söz konusu olacaktır. Yapılan hareketin neticesi ortak tecrübeye göre öngörülemiyorsa ve hukuken de böyle bir yükümlülük getirilmemişse, taksirli hareketten söz edilemeyecek, "kaza" ya da "tesadüf" olarak adlandırılan bu hal sebebiyle cezai sorumluluk gündeme gelmeyecektir.
Diğer bir anlatımla; taksirle işlenen suçlarda icrai ya da ihmali hareketin iradi olması ve meydana gelen neticenin öngörülebilir olması gerekmekte olup, iradi bir davranış bulunmadığı takdirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi, öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi halinde de kaza ya da tesadüf söz konusu olacağından, failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeye- cektir. Öngörülebilme, belirli niteliklere sahip olan failin gerçekleştireceği hareketinin zararlı neticelerini tahmin edebilmesi imkanı olarak açıklanabilecek olup, öngörülebilme imkansız ise, kaza ve tesadüf söz konusu olacaktır.
Aslında öngörülebilirlik taksiri kaza ve tesadüften ayırdığı gibi, ayrıca bilinçli - bilinçsiz taksir ayrımında da önem arzetmektedir. 5237 Sayılı TCK'nun 22/3. fıkrasında ise bilinçli taksir; “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanmış ve bu halde taksirli suça dair cezanın üçte birden yarıya kadar arttırılacağı hüküm altına alınmıştır.
Buna göre, basit taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörememesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır. Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin hali ile bir tutulamayacağından ve neticeyi öngören kimse ne olursa olsun bu sonucu meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlü olduğundan, neticeyi öngöremeyen faile oranla yaptırımı ağırlaştırılarak cezasının artırılması öngörülmüştür. Özetle, öngörülebilir neticenin öngörülmemiş olması taksirin basit şekli, öngörülebilir neticenin öngörülmüş ancak istenmemiş olması hali ise bilinçli taksir olarak nitelenecek, neticenin istenmesi halinde ise kasıt gündeme gelecektir.
Taksirle işlenen suçlarda "neticenin öngörülebilirliği" şartı ile ilgili olarak Ceza Genel Kurulunun 12.10.2004 gün ve 163-194 Sayılı kararında; "Neticenin istenmemiş olması (iradi olmaması), taksirin önemli bir özelliğini oluşturmakta ve onu kasttan ayırmaktadır. Yine, neticenin öngörülebilir olması, taksirin başlıca şartını hatta sınırını oluşturur. Netice öngörülebilir değilse, bu gibi neticeleri doğurabilecek hareketlerde bulunmaktan çekinmesi kimseden doğal olarak istenemeyeceği için, ortada kusurluluk kalmaz ve artık bir kaza veya tesadüfün bulunduğundan söz edilir"; 11.5.2004 gün ve 97-115 Sayılı kararında da; "Neticenin öngörülebilmesi (tahmin edilebilmesi) ise failin hareketlerinin sonuçlarını tahmin edebilme yeteneğini ifade eder. Bu bakımdan failce neticenin öngörülebilir olup olmadığının belirlenmesi bakımından failin yaş, görgü, meslek vs. gibi niteliklerinin nazara alınmasını zorunlu kılar. Zira öngörülebilmenin imkansız olması durumunda taksirden değil, kaza ve tesadüflerden söz edilebilir.
Öngörebilme olanağının belirlenmesinde nasıl bir ölçüt uygulanacağı hususu uygulama ve öğretide de tartışılmış, failin kişisel niteliklerini gözönünde bulunduran subjektif görüş eğilim kazanmıştır. Bu görüşe göre failin görgüsü, sosyal seviyesi, yaşam tecrübesi, bedeni ve akli hali, zeka düzeyi gibi hususlar öngörme olanağının belirlenmesinde nazara alınacaktır" açıklamalarına yer verilmiştir.
Öğretide de; sonucun öngörülebilirliğinin, failin içinde bulunduğu, sosyal çevre, mensup olduğu meslek, eğitim durumu, ortak tecrübe, bilgi düzeyi ve failin kişisel özellikleri dikkate alınarak saptanması gerektiği, öngörülebilir sonucun, fiilen meydana gelen sonuç olmayıp, failin yaptığı iradi hareketin neden olabileceği benzer sonuçlar olduğu, fiilen oluşan sonucun sadece genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterli olup, sonucun bütün inceliklerinin öngörülmesine gerek bulunmadığı görüşleri ileri sürülmüştür. (Timur Demirbaş, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları, 8. Bası, İstanbul, 2012, s. 358 vd.; Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayımcılık, 3. Bası, İstanbul, 2013, s. 277; Mahmut Koca - İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınları, 6. Bası, Ankara, 2013, s.219; Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 15. Bası, Ankara, 2013, s.216 vd.)
Bu genel açıklamalardan sonra, Türk Ceza Kanununun taksirle yaralama ve taksirle öldürme suçlarına dair hükümleri ile Karayolları Trafik Kanununun konuyla ilgili düzenlemelerinin gözden geçirilmesi gerekmektedir.
5237 Sayılı TCK'nun "Taksirle yaralama" başlıklı 89. maddesi; "(1) Taksirle başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.
(2) Taksirle yaralama fiili, mağdurun;
a-) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına,
b-) Vücudunda kemik kırılmasına,
c-) Konuşmasında sürekli zorluğa,
d-) Yüzünde sabit ize,
e-) Yaşamını tehlikeye sokan bir duruma,
f-) Gebe bir kadının çocuğunun vaktinden önce doğmasına,
Neden olmuşsa, birinci fıkraya göre belirlenen ceza, yarısı oranında artırılır.
(3) Taksirle yaralama fiili, mağdurun;
a-) İyileşmesi olanağı bulunmayan bir hastalığa veya bitkisel hayata girmesine,
b-) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin yitirilmesine,
c-) Konuşma ya da çocuk yapma yeteneklerinin kaybolmasına,
d-) Yüzünün sürekli değişikliğine,
e-) Gebe bir kadının çocuğunun düşmesine,
Neden olmuşsa, birinci fıkraya göre belirlenen ceza, bir kat artırılır.
(4) Fiilin birden fazla kişinin yaralanmasına neden olması hâlinde, altı aydan üç yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
(5) Taksirle yaralama suçunun soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlıdır. Ancak, birinci fıkra kapsamına giren yaralama hariç, suçun bilinçli taksirle işlenmesi halinde şikâyet aranmaz",
"Taksirle öldürme" başlıklı 85. maddesi ise; "(1) Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır",
Şeklinde düzenlenmiştir.
2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun "Tanımlar" başlıklı 3. maddesinde trafik; yayaların, hayvanların ve araçların karayolları üzerindeki hal ve hareketleri olarak tanımlanmış, "Karayollarında trafiğin akışı" başlıklı 46. maddesinde sürücülerin, 81. maddesinde trafik kazalarına karışanların uymak zorunda olduğu kurallar hüküm altına alınmış ve anılan kurallara uymayanlar için idari para cezaları öngörülmüş, 68. maddesinde ise; "Yayaların uyacakları kurallar aşağıda belirtilmiştir.
a-) Yayalar, aşağıda sayılan haller dışında, taşıt yolu bitişiğinde ve yakınında yaya yolu, banket veya alan varsa burada yürümek zorundadır.
1. Yönetmelikte belirtilen tedbirler alınmak şartı ile diğer yayalar için ciddi rahatsızlık verecek boyutta eşyaları iten veya taşıyan kişiler ile, taşıt yolunun en sağ şeridinden fazla kısmını işgal etmemek, gece ve gündüz görüşün az olduğu hallerde de imkan oranında tek sıra halinde yürümek şartı ile bir yetkili veya görevli yönetiminde düzenli şekilde yürüyen yaya kafileleri taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.
2. Yayaların yürümesine ayrılmış kısımların kullanılmasının mümkün olmaması veya bulunmaması hallerinde yayalar, bisiklet trafiğine engel olmamak şartı ile bisiklet yolunda bisiklet yolu yoksa taşıt yolu üzerinde, imkan oranında taşıt yolu kenarına yakın olmak şartı ile yürüyebilirler.
3. Her iki tarafında, yaya yolu ve banket bulunmayan veya kullanılır durumda olmayan iki yönlü trafiğin kullanıldığı karayollarında yaya kafileleri dışındaki yayalar, taşıt yolunun sol kenarını izlemek zorundadır.
b-) Taşıt yolunun karşı tarafına geçmek isteyen yayaların taşıt yolunu, yaya ve okul geçidi ile kavşak giriş ve çıkışları dışında herhangi bir yerden geçmeleri yasaktır.
Yayalar, bu yerlerden geçerken;
1. Yaya ve okul geçitlerinin bulunduğu yerlerde, geçitte yayalar için ışıklı işaret varsa bu işaretlere uymak,
2. Geçitte yayalar için ışıklı işaret yoksa ve geçit sadece taşıt trafiği ışıklı işareti veya yetkili kişi tarafından yönetiliyorsa geçecekleri doğrultu açıldıktan sonra taşıt yoluna girmek,
3. Işıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından yaklaşan araçların uzaklık ve hızını göz önüne almak,
Zorundadırlar.
Ancak, yüz metre kadar mesafede yaya geçidi veya kavşak bulunmayan yerlerde yayalar, taşıt trafiği için bir engel teşkil etmemek şartı ile ve yolu kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra en kısa doğrultuda ve en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilirler.
c-) Yaya yollarında, geçitlerde veya zorunlu hallerde taşıt yolu üzerinde bulunan yayaların, trafiği engelleyecek veya tehlikeye düşürecek şekilde davranışlarda bulunmaları veya buraları saygısızca kullanmaları yasaktır.
Bu madde hükümlerine uymayan yayalar 1.800.000 lira para cezası ile cezalandırılırlar" şeklindeki hükme yer verilerek yayaların uyacakları kurallar belirlenmiştir.
Karayolları Trafik Yönetmeliğinin "Karayollarında trafiğin akışı ve karayolunun kullanılması" başlıklı 94. maddesinde; "Karayollarında trafik sağdan akar.
Aksine bir hüküm veya işaret bulunmadıkça karayollarında;
...C) Yayalar;
Bu Yönetmeliğin 95. maddesinde sayılan hal ve şartlar dışında;
a-) Taşıt yolu bitişiğindeki ve yakınındaki yaya yolu, banket ve alanlarda yürümek, buralarda ve mecburi hallerde taşıt yolunda yürüme halinde bu Yönetmeliğin 138. maddesindeki şartlara uymak,
b-) Taşıt yolunun karşı tarafına; yaya ve okul geçitleri ile kavşak giriş ve çıkışlarından, bunların bulunmadığı yerlerde ise, şartlarına uyulmak suretiyle taşıt yolunun uygun kısımlarından geçmek,
c-) Yaya ve okul geçitlerinden geçerken, geçidin sağ bölümünden yürümek,
Zorundadırlar",
"Trafik İşaretlerine Uyma" başlıklı 95. maddesinde; "Araç ve hayvan sürücüleri ile yayalar yolu kullanırken;
a-) Trafiği düzenleme ve denetlemeye yetkili üniformalı veya özel işaret taşıyan görevlilerin uyarı ve işaretlerine,
b-) Işıklı ve sesli trafik işaretlerine,
c-) Trafik işaret levhaları, tertipleri ve yer işaretlemelerine,
d-) Trafik güvenliği ve düzeni ile ilgili olarak Karayolları Trafik Kanununda ve Karayolları Trafik Yönetmeliğinde gösterilen diğer kural, yasak, zorunluluk ve yükümlülüklere,
Uymak zorundadırlar.
Bunlara uymadaki öncelik yukarda yapılan sıralamaya göredir",
"Yayalar" başlıklı 138. maddesinde; "Yayaların uyacakları kurallar aşağıda belirtilmiştir.
a-) Yayalar taşıt yolu bitişiğinde veya yakınında yaya yolu, banket veya alan varsa buralardan yürümek, her iki tarafında banket bulunan ve kullanılabilir durumda olan yollarda kendi gidiş yönüne göre sol bankette yürümek zorundadırlar.
Ancak;
1-) Diğer yayalar için ciddi rahatsızlık ve tehlike verecek boyut veya biçimde eşya iten veya taşıyan kişiler, taşıt yolunun en sağ şeridinde mümkün olan en az kısmı işgal etmek, araçların ilerlemelerine engel olmamak, çarpmayı önleyici ve uyarıcı tedbirleri almak şartıyla taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.
2-) Bir yetkili veya görevli yönetiminde düzenli şekilde yürüyen yaya kafileleri taşıt yolunun en sağ şeridinden fazla kısmını işgal etmemek, gece ve gündüz görüşün az olduğu hallerde imkan oranında tek sıra halinde yürümek, araçların hareketlerini engellememek ve güçleştirmemek, çarpmayı önleyici ve uyarıcı tedbirleri almak şartıyla taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.
3-) Yayaların yürümesine ayrılmış kısımların kullanılmasının mümkün olmaması veya mevcut bulunmaması halinde, bisiklet yolu varsa bisiklet trafiğine engel olmamak şartıyla bisiklet yolunda, bisiklet yolu yoksa imkan oranında taşıt yolu kenarına yakın olmak şartıyla taşıt yolu üzerinde yürüyebilirler.
4-) Her iki tarafında yaya yolu ve banket bulunmayan veya kullanılır durumda olmayan iki yönlü yollarda yaya kafileleri taşıt yolunun sağ kenarında diğer yayalar gidişlerine göre taşıt yolunun sol kenarında yürümek zorundadırlar.
b-) Karşıdan karşıya geçişler;
Taşıt yolunun karşı tarafına geçmek isteyen yayalar, taşıt yolunu yaya ve okul geçidiyle kavşak giriş ve çıkışlarından geçmek zorundadırlar.
1-) Yaya ve okul geçitlerinin bulunduğu yerlerde yayalar için ışıklı işaret varsa bu işaretlere uymak,
2-) Geçitte yayalar için ışıklı işaret yoksa ve geçit sadece taşıt trafiği ışıklı işareti veya yetkili kişi tarafından yönetiliyorsa, geçecekleri doğrultu açıldıktan sonra taşıt yoluna girmek,
3-) Işıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından yaklaşan araçların uzaklık ve hızını göz önüne alarak uygun zamanda geçmek,
Zorundadırlar.
Ancak, 100 metre kadar mesafede yaya geçidi, okul geçidi veya kavşak bulunmayan yerlerde yayalar, taşıt trafiği için bir zorluk veya engel yaratmamak şartıyla ve yoldan gelen taşıtların uzaklık ve hızını kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra en kısa doğrultuda ve en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilirler.
Yollarda güvenli geçiş, önce sola sonra sağa bakılarak sakınca yoksa taşıt yoluna girmek, geçiş sırasında sola ve sağa bakılarak yürüyüşe devam etmek, taşıt yoluna girmeden güvenle duramayacak kadar yaklaşmış taşıtlar varsa ilk geçiş hakkını onlara verip geçişlerini beklemek suretiyle yapılır.
Yayalar için özel olarak yapılmış alt veya üst geçit, yaya köprüsü veya yaya tüneli gibi tesisler varsa yayalar buralardan yararlanmak zorundadırlar.
c-) Yaya yolu bulunmayan yollarda yürümek zorunda kalan yayalar, araç sürücülerine karşı görünürlüklerini sağlamak, can güvenliklerini daha olumlu yönde artırmaları için alaca karanlık ve gece karanlığında üzerlerinde reflektif aksesuar bulundurmak, uyarıcı açık renk elbise giymek veya ışık taşımak gibi tedbirleri almak zorundadırlar.
d-) Yaya yollarında, geçitlerde veya mecburi hallerde taşıt yolu üzerinde bulunan yayaların, trafiği engelleyecek, tehlikeye düşürecek davranışlarda bulunmaları, dikkatsiz hareket etmeleri, oynamaları veya bu yerleri saygısızca kullanmaları yasaktır" ,
Şeklinde düzenlemelere yer verilmiştir.
Görüldüğü gibi, ne Karayolları Trafik Kanunu ne de Karayolları Trafik Yönetmeliğinin münhasıran taşıtlara özgülenen kurallardan ibaret olduğu söylenemeyecektir. Zira kanunda bizzat "yayaların, hayvanların ve araçların karayolları üzerindeki hal ve hareketleri" olarak tanımlanan trafiğin tüm unsurlarının sorumlulukları ile ilgili düzenlemeler ayrıntılı bir şekilde öngörülmüştür. Belirtilen kanun ve yönetmeliğin amacı, karayollarında can ve mal güvenliği yönünden trafik düzenini sağlamak ve trafik güvenliğini ilgilendiren tüm konularda alınacak önlemleri belirlemek olduğundan, bu hükümler sadece yayaların güvenliği için değil, tüm trafik güvenliğini ve düzenini sağlamak için kabul edilmiştir. Yayaların karşıdan karşıya nereden ve nasıl geçecekleri, karayollarında nasıl hareket edecekleri, ilk geçiş hakkının kime ait olduğu gibi hususlar kanuni düzenleme ile açıklanmak suretiyle yayalar da dahil olmak üzere herkesin uymakla yükümlü olduğu hükümler oluşturulmuştur. Bu kapsamda, trafikte kazaya karışmış olan kişinin ceza hukuku bakımından sorumluluğundan söz edilebilmesi için karayolu trafiği için belirlenmiş olan bu kurallardan en az birini ihlal etmiş olması gerekmektedir.
Diğer taraftan, 5237 Sayılı TCK'nun “Taksirle öldürme” başlıklı 85 ve “Taksirle yaralama” başlıklı 89. maddelerindeki hükümler, münhasıran nakil vasıtaları ile işlenen ya da araç sürücüleri tarafından gerçekleştirilen eylemler için kabul edilmediğinden fail herkes olabilecektir. Nitekim 85. maddede; "Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi...", 89. maddede ise; "Taksirle başkasının ... neden olan kişi" denmek suretiyle, bu suçun herkes tarafından işlenebileceği kabul edilmiş ve failin herkes olabileceği ortaya konulmuştur. Bu hükümlerde belirli niteliklere sahip faile özgülenmiş suç tipi düzenlenmediğinden, bahse konu suçların münhasıran nakil vasıtaları ile işlenebileceği ya da sadece araç sürücülerinin gerçekleştirdiği eylemlerin taksirle yaralama ya da öldürme suçlarını oluşturacağı ileri sürülemeyecek, kategorik şekilde yayaların bu suçların faili olamayacaklarına dair ön kabul de isabetli olmayacaktır.
Kendileri için öngörülen trafik kurallarına uymamak suretiyle kusurlu hareket eden yayalar çoğunlukla bizatihi suçtan zarar görmüş oldukları için, örneğin kusurlu olan yayanın hareketi sonucunda kendi ölümü gerçekleştiği ya da ağır şekilde yaralandığı için yayaların sanık olarak yargılandığı uygulamaların sayıca az olduğu görülmektedir. Ancak bu durum, kusurlu hareket eden ve davranışı sonucunda başkalarının zararına neden olan yayanın taksirle öldürme ya da taksirle yaralama suçlarının fail olamayacağı anlamına gelmemektedir. Sürücü ya da yayanın, kurallara aykırı hareket ettiğinde bir trafik kazasının meydana gelebileceğini tahmin etme imkanının bulunduğu hallerde öngörülebilirlik şartının gerçekleştiği ve buna bağlı olarak kişinin taksirli hareketinden dolayı sorumlu olması gerektiği kabul edilmelidir.
Nitekim 5237 Sayılı TCK'nun 22. maddesinin gerekçesinde de açıkça; “...bir trafik kazasında sürücü ile yaya veya her iki sürücü de taksirle hareket etmiş olabilir. Bu gibi durumlarda neticenin oluşumu açısından her kişinin taksirli fiili dolayısıyla kusurluluğu bir diğerinden bağımsız olarak belirlenmelidir...” denilmek suretiyle meydana gelen trafik kazalarında yayaların da taksirle hareket edebilecekleri belirtilmiştir.
Kaldı ki, taksirli suçlarda öngörülebilir sonucun tüm detaylarının öngörülmesi ya da öngörülebilir olması da şart değildir, yayanın trafik kurallarını ihlal etmek suretiyle aniden yola çıkması halinde bir aracın ona çarpabileceği ya da çarpmamak için direksiyonu kırması sebebiyle trafik düzeninin bozulabileceği, böylelikle de başkalarının hayatı ve vücut bütünlüğüne yönelik olarak yaralanma ya da ölüm olayının gerçekleşebileceği herkes için öngörülebilir bir durumdur. Gerçekleşen neticenin bütün ayrıntı ve inceliklerinin tahmin edilebilir olmasına gerek bulunmayıp, sonucun genel olarak öngörülebilir olması taksirin varlığı için yeterlidir. Bunun yanında yayaların zarara uğrama ihtimalinin daha yüksek olması, araç yoluna kontrolsüz giren yayanın başkalarına zarar vermek suretiyle tehlikeye neden olacağının öngörülebilir olması gerçeğini değiştirmeyecektir.
Benzer uyuşmazlık, 765 Sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlükte olduğu dönemde Ceza Genel Kurulu kararlarına konu olmuş, 13.12.1993 gün 221-317 Sayılı kararda taksirle ölüme ya da yaralanmaya neden olma suçlarında taksirin önceden öngörülebilir olma şartı gerçekleşmediğinden yayaların ceza sorumluluklarının bulunmadığı kabul edilmişken, 21.10.1997 gün ve 99-202 Sayılı kararda ise yayaların ceza sorumluluğunun bulunduğu kabul edilerek önceki karardan dönülmüştür.
Öte yandan, yayaların trafik kurallarına uymamaları sebebiyle idari para cezası ile cezalandırılmalarının hüküm altına alınmış olması, TCK'nun 85 veya 89. maddeleri ile cezalandırılmalarına engel teşkil etmemektedir. Trafik kurallarına uymama sebebiyle idari para cezası ile cezalandırılabilir olma durumu araç sürücüleri için de söz konusu olduğundan bu hususun cezai sorumluluk ile karıştırılmaması gerekir.
Nitekim Ceza Genel Kurulunun 18.2.2014 gün ve 10-80 Sayılı kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Taksirle öldürme ve yaralama suçları herkes tarafından işlenebilecek suçlardan olup kategorik olarak yayaların bu suçların faili olamayacakları söylenemez. Dolayısıyla trafik kazalarında sürücüler gibi yayaların da kendileri için öngörülen tafik kurallarına uymamak suretiyle kusurlu hareket ederek başkasının yaralanmasına veya ölümüne neden olması durumunda taksirli ilgili suçtan cezalandırılması mümkündür. Bu sebeple Özel Dairece yaya olan sanığın kusuruyla sebebiyet verdiği trafik kazasında sadece tazminat sorumluluğu bulunup ceza sorumluluğunun olamayacağının kabulünde isabet bulunmamaktadır.
Bu itibarla, haklı nedene dayanan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire onama kararının kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün ulaşılan bu sonuç ile birlikte esasının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyesi ...; "Bir kişinin yaralanması ile sonuçlanan trafik kazasında tali kusurlu olduğu tespit edilen sanığın yaya olması ve herhangi bir trafik aracını kullanmaması nedeniyle, taksirle yaralamaya neden olma suçundan cezai sorumluluğunun bulunup bulunmadığının belirlenmesine dair uyuşmazlık konusunda;
69 promil alkollü mağdur sürücü ... yönetimindeki otomobil ile gece vakti, orta refüj ile bölünmüş, tek yönlü, meskun mahal yolda seyrederek olay mahalline geldiğinde, seyir yönüne göre sağ tarafından kaplama, yola girip, yaya geçidini kullanarak, yolun karşısına geçmekte olan, 238 promil alkollü sanık yaya ...'ye çarpmamak için direksiyonu kırdığında, başka bir araca çarpması sonucu, mağdur sürücünün basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde yaralandığı olayda, sanık yaya hakkında kamu davası açılmış ve yapılan yargılama sonunda sanığın beraatine karar verilmiştir.
Taksir, istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir. Fail, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme olanak ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmak olup Türk Ceza Kanununun 22/2. maddesi 'Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi' olarak tanımlamaktadır.
Yayanın karşıdan karşıya geçerken kendisine motorlu bir vasıtanın çarpacağı ve bu vasıtada bulunanların yaralanacağını öngörebilmesinin kabulü toplumda yaygın olan ortak düşünceye aykırıdır. Yayaların motorlu taşıt sürücülerine zarar vereceklerini, bu sebeple daha fazla basiretli davranmaları gerektiğini bildikleri ve cezalandırılmaları gerektiği kabul edilemez. İntihar etmek için kendisini hızla gelen otomobilin altına atan ve kazaya neden olan şahsın amacı, kendi yaşamına son vermek olup sürücünün yaralanabileceğini de önceden görebileceği söylenemez. Bu sebeple taksirin 'neticenin öngörülebilmesi' unsuru bu gibi olaylarda gerçekleşmemiştir.
2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 46-67. maddelerinde sürücülerin uyacakları kurallar, 68-70. maddelerde ise yayalar, hayvanla çekilen veya elle sürülen araçlarla hayvan sürücülerinin ve yarışlar hakkında kurallar düzenlenmiştir. Yayalarla ilgili düzenlemelerde uyacakları kurallar belirtilmiş, ışıklı işaret veya yetkili kişilerin bulunmadığı geçitlerde veya kavşaklarda güvenlikleri açısından araçların uzaklık ve hızını göz önüne almaları, yolu kontrol ederek kendi güvenliklerini sağladıktan sonra, en kısa zamanda taşıt yolunu geçebilecekleri hükme bağlanmıştır. Belirtilen kurallara uymayanlar hakkında ise idari para cezasına hükmolunacaktır. Kanun koyucu tarafından da yayanın kendi can güvenliğini sağlaması için bir takım kurallar konulmuş, trafik kazaları ile ilgili 81. madde vd. maddelerinde sadece sürücülerden bahsedilmiş, yayaların motorlu taşıt sürücülerine veya başkalarına verebilecekleri zararlardan dolayı cezai sorumlulukları yönüne gidilmemiştir. Ayrıca ister kasdi, isterse taksirli olsun, bir fiilin cezalandırılabilmesi için uygunluk, elverişlilik, yeterlilik koşulları gerçekleşmelidir. Bir yayanın motorlu taşıt vasıtasına çarpmasında bu koşulların gerçekleştiği öne sürülemez. Örneğin bir yayanın otobüse çarpması halinde meydana gelen kazada otobüs içindekilerin ölmesinde veya yaralanmasında, aranılan bu yeterlilik, elverişlilik ve uygunluk koşulları yoktur. Bu sebeple trafik kazasına karışan yayanın TCK'nun 85 veya 89. maddeleri gereğince cezalandırılması, ceza hukukunun vurgulanan bu temel kriterlerine aykırıdır.
Bir olayda hukuki sorumluluk ile cezai sorumluluk farklı olup, taksirli cezai sorumluluk daha dar olarak düzenlenmiş ve bunun çerçevesi TCK'nın 22. maddesinde çizilmiştir. Trafik kazasında yayanın hukuki sorumluluğunun bulunması, cezai yönden de sorumlu olmasını gerektirmez. Yayanın kusurlu olması, yeni Türk Ceza Kanunu uygulamasında sürücünün cezasının belirlenmesinde ve hakkında lehe hükümlerin uygulanmasında nazara alınıp adaletli bir cezalandırma sağlanmaya çalışılmaktadır.
Yayaların kusurlu olmaları tazmini sorumluluğu gerektirir. Meydana gelen kazadan dolayı cezai sorumluluğun var olduğu kabul edilemez,
Yayanın sanık olarak yargılanamayacağını ifade ederken, kastettiğimiz karayolu ulaşımında trafik kazasına karışan araç ile yolda yürümekte olan insanın çarpışan veya çarpışma ile karşı karşıya kalan kişi olması halidir. Aracını yol kenarına bırakıp giden kişi bu eyleminden zararlı bir sonuç doğduğunda' kusurlu olması halinde tabi ki sanık olarak yargılanabilecektir. Yine hayvan sürüsünü otobana çıkaran karşıdan karşıya geçirmek isteyen kişi elverişlilik ve yeterlilik koşulları taşıyan, kazaya neden olan sürü sahibi olarak, elbette ki sorumlu ve kusurludur. Çünkü dikkat ve özen yükümlülüğüne uymamanın meydana getirdiği netice dolayısıyla kişinin kusuru mevcuttur.
Yayaların katıldıkları trafik kazalarında kusuru olan yayanın sanık olması, işin içinden çıkılmaz bir uygulama olarak karşımıza çıkacaktır. Her gün örneklerini gördüğümüz, okul çıkışında çocukların, köy yolu kenarında yürüyen yayaların hastaneden çıkan hasta yakınları ve hastalar gibi kişilerin kazaya sebebiyet vermeleri halinde binlercesinin sanık olması sonucunu doğurur ki bunun pratikte uygulaması düşünüldüğünde karmaşık bir sorunlar yumağı oluşturacağı anlaşılacaktır.
Trafik kazasına sebep olan sürücü ve yaya eşit kusurlu olduğu bir olayda meydana gelen ölümün aracın çarpması sonucu mu ya da yayanın çarpması sonucu mu meydana geldiği düşünüldüğünde aracın çarptığının kabulü gerekeceği ve neticeyi oluşturanın yaya olmadığı açıktır. Görüldüğü gibi elverişlilik olma bakamından da yayanın hareketi, sonucu meydana getirmeye elverişli değildir.
Yayanın sanık olarak kabul edilemeyeceğini söylerken, yayanın hiç sorumlu olmadığını düşünmüyoruz. Kusuru oranında maddi ve manevi tazminattan sorumludur.
Benzer uyuşmazlıklarla ilgili Yüksek Yargıtay Ceza Genel Kurulunun yayaların sanık olamayacağı yönünde birden fazla kararı olduğu gibi sanık olabileceğine dair de kararları vardır.
Bu nedenlerden dolayı daire kararının yerinde olup Yargıtay C.Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle çoğunluk görüşüne muhalifim" düşüncesiyle karşı oy kullanmıştır.
SONUÇ :
Açıklanan nedenlerle;
1-) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2-) Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 2.5.2013 gün ve 27861-12220 Sayılı onama kararının KALDIRILMASINA,
3-) Yerel mahkeme hükmünün ulaşılan bu sonuç ile birlikte esasının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 09.02.2016 tarihnde yapılan müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.
ÖZET : Dava; işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir. Somut olayın incelenmesinde, davacının evlenmek amacıyla evlilik tarihinden yaklaşık on gün kadar önce iş akdini sona erdirmek amacıyla davalı işyerine dilekçe verdiği, yani fesih hakkını, resmi evlilik işlemini tamamlamadan kullandığı, davacı kadın işçinin nikah öncesi iş akdini sonlandırmaya yönelik yaptığı bu işlemin fesih olarak nitelendirilmesinin mümkün bulunmadığı, işyerinden ayrılmak amacıyla verilen dilekçenin istifa mahiyetinde olduğu, bu itibarla 1475 Sayılı İş Kanunu'nun 14.maddesinin 1.fıkrasında yer alan ve fesih hakkının, resmi evlilik işleminin gerçekleştiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kullanılacağına dair kanunun açık hükmüne aykırı davranıldığı anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca; davacının kıdem tazminatına hak kazanamayacağına ilişkin özel daire bozma ilamı Hukuk Genel Kurulunca da benimsenmiş olup, mahkemece önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
DAVA : Taraflar arasındaki “işçilik alacağının tahsili” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Sakarya İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 19.04.2011 gün ve 2010/442 E., 2011/240 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Ş. vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9.Hukuk Dairesinin 23/09/2013 gün ve 2011/28288 E., 2013/23400 K. sayılı ilamı ile;
( … A ) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı, davalıya ait iş yerinde çalışırken 09/10/2006 tarihinde evlenecek olması nedeni ile iş sözleşmesini 30/09/20006 tarihinde fesh ettiğini ileri sürerek, kıdem ve ihbar tazminatı ile ücret alacağı istemiş, daha sonra Mahkemeye verdiği dilekçeyle sadece kıdem tazminatı istediğini bildirmiştir.
B ) Davalı Cevabının Özeti:
Davalı, ücret ve ihbar tazminatı istenilmeyeceğini, ayrıca kıdem tazminatına dair olarak kanunda açık bir şekilde iş akdinin “kadının evlendiği tarihten itibaren 1 yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirmesi” halinin gösterildiğini, davacının 09/10/2006 tarihinde evlendiği halde şirkete 30/09/2006 tarihinde dilekçe verdiğini, savunarak davanın reddini istemiştir.
C- ) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan delillere dayanılarak, davacının evlendiği tarih ile iş akdinin feshine dair dilekçeyi verdiği tarih arasında yalnızca on gün kadar bir süre bulunduğu, Davacı evleneceği için işe bırakacağını öncesinde davalı tarafa bildirdiği, davacının öncesinde davalı tarafı haberdar ederek işi akdini evlilik sebebiyle feshedeceğini söylemiş olması sebebiyle bu durumun aleyhine değerlendirilerek fesih tarihinden 10 gün kadar sonra evlenmiş olması sebebiyle tazminat alamayacağının kabul edilmesinin doğru olmayacağı, bu durumun kadın işçinin evlilik sebebiyle işi bırakması halinde kıdem tazminatı alabileceğini dair yasal düzenlemenin amacına da aykırı olacağı, bu sebeple davacı işçinin kıdem tazminatı alabileceği gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
D- ) Temyiz:
Kararı davalı taraf temyiz etmiştir.
E ) Gerekçe:
İş sözleşmesinin bayan işçi tarafından evlilik sebebiyle feshedilip feshedilmediği ve buna göre kıdem tazminatı hakkının doğup doğmadığı noktasında taraflar arasında uyuşmazlık söz konusudur.4857 Sayılı İş Kanununun 120. maddesi yollamasıyla, halen yürürlükte olan 1475 Sayılı Kanun'un 14. maddesinin birinci fıkrasında, bayan işçinin evlendiği tarihten itibaren bir yıl içinde evlilik sebebiyle kıdem tazminatına hak kazanabilecek şekilde feshedebileceği hükme bağlanmıştır. Kadın işçinin evlilik sebebiyle fesih hakkı, evlilik tarihinden itibaren başlar. Bu hak, sadece bayan eşe tanınmış olup, resmi evlilik işleminin tamamlanmasından itibaren bir yıl içinde kullanılmalıdır.
Kadın işçinin evlilik öncesinde bu hakkını kullanması da olanaksızdır. Yine evlilik öncesi çeşitli işlemlerin yapılmasının işe devamsızlık noktasında geçerli mazereti oluşturup oluşturmayacağı her bir olay yönünden değerlendirilmelidir.Kadın işçinin Kanun'un tanıdığı fesih hakkını kullanması halinde, kıdem tazminatı talep hakkı doğar. Feshin işverence kabul edilmesi gerekmez. Aynı zamanda işçinin işverene ihbar öneli tanıması zorunluluğu da bulunmamaktadır.Kadın işçinin, iş sözleşmesini evlilik nedenine dayalı olarak feshine rağmen başka bir işte çalışmaya başlamasının yasal hakkın kötüye kullanımı olup olmadığı her bir somut olay yönünden ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Evliliğin kadına yüklediği toplumsal sorumluluğun bir gereği olarak yasada belirtilen fesih hakkı tanınmıştır. Çalışma hayatının evlilikle birlikte gereği gibi yürütülemeyeceği düşüncesi, aile birliğinin korunması ve kadının aile ile ilgili görevleri, yasakoyucuyu bu doğrultuda bir düzenlemeye yöneltmiştir. Bununla birlikte Anayasal temeli olan çalışma hak ve hürriyetinin ortadan kaldırılması düşünülemez. Kadın işçinin evlilik nedenine bağlı feshinin ardından kısa bir süre sonra yeniden çalışmasının gerekleri ortaya çıkmış olabilir. Hatta kadın işçi evlilik nedenine dayalı feshin ardından ara vermeksizin başka bir işyerinde çalışmaya başlayabilir ve bu durum evliliğin kadına yüklediği görevlerin yerine getirilmesi noktasında daha olumlu sonuçlar doğurabilir.Somut olayda, davacı evlilik sebebiyle ancak henüz resmi evlilik işlemi yapılmadan iş sözleşmesini fesh etmiştir. Yukarıdaki ilke kararında da belirtildiği üzere Yasa hükmü açık olup resmi evlilik işlemi yapılmadan bu hak kulllanılamayacağından davacının kıdem tazminatına hak kazanamayacağı ve bu sebeple davanını reddi gerektiği gözetilmeden, yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olup bozma nedenidir.Kabule göre de, 28/10/2003-30/09/2006 tarihleri arasında davalı iş yerinde çalışan davacının hizmet süresinin yaklaşık 1 yıl fazla belirlenip bunu göre karar verilmesi hatalıdır... ),
Gerekçesiyle karar bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, işçilik alacağının ( kıdem tazminatı ) tahsili istemine ilişkindir.Davacı; davalıya ait işyerinde 28.10.2003 tarihinde çalışmaya başladığını, 09.10.2006 tarihinde ise evlendiğini, ancak öncesinde 30.09.2006 tarihinde iş akdinin sona erdirilmesi amacıyla çalıştığı şirkete dilekçe verdiğini, davalı işyerinde kıdem ve ihbar tazminatı alacağının bulunduğunu beyanla, fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 500-TL ücret, kıdem ve ihbar tazminatı alacağının, 30.09.2006 tarihinden itibaren en yüksek mevduat faizi ile birlikte davalı şirketten tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davacı 15.07.2010 harç tarihli tavzih dilekçesi ile de, asıl alacağın yalnızca kıdem tazminatı alacağı olduğunu belirterek, bu alacak yönünden tahsil isteminde bulunmuştur.
Davalı vekili; ücret ve ihbar tazminatının tahsilinin istenemeyeceğini, kaldı ki kıdem tazminatına dair olarak da kanunda iş akdinin “kadının evlendiği tarihten itibaren 1 yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirmesi” hali olarak gösterildiğini, davacının 09.10.2006 tarihinde evlenmesine karşın, iş akdinin sonlandırılması için şirkete 30.09.2006 tarihinde dilekçe verdiğini, dolayısıyla açılan davanın reddinin gerektiğini savunmuştur.Mahkemece davanın, evlilik sebebiyle iş akdinin feshedilmesinden kaynaklanan kıdem tazminatı alacağı niteliğinde olduğu, 1475 Sayılı Kanun'un 14. maddesinde kadının, evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile iş akdini sona erdirmesi halinde kıdem tazminatı alabileceğinin düzenlendiği, davacı işçinin 09.10.2006 tarihinde evlenmesine karşın, iş akdinin feshine dair dilekçesinde, evleneceği için 30.09.2006 tarihi itibariyle işten ayrılmak istediğini belirttiği, dilekçenin ise şirkete hangi tarihte verildiğinin anlaşılamadığı, tanık G. K.'ın, davacının evlendikten sonra işi bıraktığını, zira davacının İzmit'e gideceğini söylediği, yine tanık Ö. T.'ın, davacıyı tazminat ödememek için kandırdıklarını, imza attırdıklarını, oradaki yetkilileri aradıklarında “imzayı atmasaydın, tazminat alırdın” şeklinde ifadeler kullandıklarını beyan ettiği, bu beyanlar dikkate alındığında, davacının, evlilik sebebiyle iş akdini feshettiğinin anlaşıldığı, davacının evlendiği tarih ile iş akdinin feshine dair dilekçeyi verdiği tarih arasında on günlük bir sürenin bulunduğu, davacının, evleneceği için işi bırakacağını daha önce davalı şirkete bildirdiği, bu sebeple davacının fesih tarihinden 10 gün sonra evlenmiş olmasının, tazminat alamayacağı anlamına gelmeyeceği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.Davalı Ş. vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece, yukarda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece davacı işçinin, evliliğe çok yakın bir tarihte ve evlenme hazırlıklarının yapıldığı sırada iş sözleşmesini feshettiği, konuya dair kanuni düzenlemede "... kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirmesi ..." tabirinin kullanıldığı, bahsi geçen bir yıllık süredeki esas amacın, kadın işçinin evlenme sebebiyle iş akdini hangi tarihe kadar feshedebileceğinin belirlenmesi olduğu; fesih hakkının, evliliğin kadına yüklediği toplumsal sorumluluğun bir gereği olarak tanındığı, kadının evlenme hazırlıkları içinde bulunması ve kısa bir süre içinde de evlenmiş olması durumunda kıdem tazminatı almasının gerektiği, somut olayda davacının, evlenme sebebiyle işten ayrılmak istediğini açıkça ifade ettiği belirtilerek direnme kararı verilmiştir.Direnme kararını davalı Ş. vekili temyiz etmiştir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, henüz resmi evlilik işlemini yapmayan, ancak evlilik hazırlığı içinde bulunan davacı kadın işçinin, iş sözleşmesini evlilik sebebiyle feshettiğinin kabul edilip edilemeyeceği; buradan varılacak sonuca göre de davacı işçinin, kıdem tazminatı alma hakkı kazanıp kazanamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, işin esasının incelenmesinden önce Mahkemenin ilk kararından ve Özel Dairenin bozma ilamından sonra, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 01.06.2011 tarih, 2009/16103 Esas; 2011/16247 Karar sayılı kararı ile evliliğe çok yakın bir tarihte ve evlenme hazırlıklarının yapıldığı sırada iş sözleşmesinin feshedilmesinin, devamında ise evlilik işleminin gerçekleşmesinin, 4857 Sayılı Kanun'un Ek 14.maddesi uyarınca kıdem tazminatı verilmesini gerektireceği yönündeki görüşü; yine Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 05.10.2011 tarih, 2009/20934 Esas; 2011/35239 Karar sayılı kararı ile kadın işçinin, iş sözleşmesini evlilik sebebiyle feshettikten sonra başka bir işte çalışmaya başlamasının yasal hakkın kötüye kullanımı olup olmadığının somut olay yönünden değerlendirilmesi gerektiği, evliliğin kadına yüklediği toplumsal sorumluluğun gereği olarak yasada belirtilen fesih hakkının tanındığı, çalışma hayatının evlilikle birlikte gereği gibi yürütülemeyeceği düşüncesinin, aile birliğinin korunması ve kadının aile ile ilgili görevlerinin, yasakoyucuyu düzenlemeye sevkettiği yönündeki görüşü gerekçe gösterilerek kurulan direnme kararının, ilk hükmün gerekçesinde yer almayan yeni bir olguya dayalı yeni hüküm niteliğinde olup olmadığı, dolayısıyla temyiz incelemesinin Özel Daire tarafından mı yoksa Hukuk Genel Kurulu tarafından mı yapılması gerektiği hususu ön sorun olarak tartışılmış, Kurul çoğunluğu tarafından, bozma kararından sonra mahkemece yeni bir delilin incelenmediği, mahkemenin gerekçesini güçlendirmek amacıyla benzer mahiyetteki davalar sebebiyle verilen Yargıtay kararlarına atıf yapmış olmasının yeni hüküm olarak kabul edilemeyeceği; dolayısıyla ön sorunun bulunmadığı oyçokluğu ile kabul edilerek işin esasının incelenmesine geçilmiştir.
4857 Sayılı İş Kanunu'nun 120. maddesi yollamasıyla halen yürürlükte bulunan 1475 Sayılı İş Kanunu'nun “Kıdem Tazminatı” başlıklı 14. maddesi;
“ ( Değişik birinci fıkra: 29/07/1983 - 2869/3 md. ) Bu Kanuna tabi işçilerin hizmet akitlerinin:
1. İşveren tarafından bu Kanunun 17. maddesinin II numaralı bendinde gösterilen sebepler dışında,
2. İşçi tarafından bu Kanunun 16. maddesi uyarınca,
3. Muvazzaf askerlik hizmeti dolayısıyle,
4. Bağlı bulundukları kanunla kurulu kurum veya sandıklardan yaşlılık, emeklilik veya malullük aylığı yahut toptan ödeme almak amacıyla;
5. ( Ek: 25/08/1999 - 4447/45 md. ) 506 Sayılı Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının ( A ) bendinin ( a ) ve ( b ) alt bentlerinde öngörülen yaşlar dışında kalan diğer şartları veya aynı Kanunun Geçici 81. maddesine göre yaşlılık aylığı bağlanması için öngörülen sigortalılık süresini ve prim ödeme gün sayısını tamamlayarak kendi istekleri ile işten ayrılmaları nedeniyle, feshedilmesi veya kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirmesi veya işçinin ölümü sebebiyle son bulması hallerinde işçinin işe başladığı tarihten itibaren hizmet aktinin devamı süresince her geçen tam yıl için işverence işçiye 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödenir. Bir yıldan artan süreler için de aynı oran üzerinden ödeme yapılır. ( Değişik fıkralar: 17/10/1980 - 2320/1 md. ):
İşçilerin kıdemleri, hizmet akdinin devam etmiş veya fasılalarla yeniden akdedilmiş olmasına bakılmaksızın aynı işverenin bir veya değişik işyerlerinde çalıştıkları süreler gözönüne alınarak hesaplanır. İşyerlerinin devir veya intikali yahut herhangi bir suretle bir işverenden başka bir işverene geçmesi veya başka bir yere nakli halinde işçinin kıdemi, işyeri veya işyerlerindeki hizmet akitleri sürelerinin toplamı üzerinden hesaplanır. 12/07/1975 tarihinden, itibaren ( 1 ) işyerinin devri veya herhangi bir suretle el değiştirmesi halinde işlemiş kıdem tazminatlarından her iki işveren sorumludur. Ancak, işyerini devreden işverenlerin bu sorumlulukları işçiyi çalıştırdıkları sürelerle ve devir esnasındaki işçinin aldığı ücret seviyesiyle sınırlıdır. 12/07/1975 tarihinden evvel ( 2 ) işyeri devrolmuş veya herhangi bir suretle el değiştirmişse devir mukavelesinde aksine bir hüküm yoksa işlemiş kıdem tazminatlarından yeni işveren sorumludur.
İşçinin birinci bendin 4. fıkrası hükmünden faydalanabilmesi için aylık veya toptan ödemeye hak kazanmış bulunduğunu ve kendisine aylık bağlanması veya toptan ödeme yapılması için yaşlılık sigortası bakımından bağlı bulunduğu kuruma veya sandığa müracaat etmiş olduğunu belgelemesi şarttır. İşçinin ölümü halinde bu şart aranmaz.
T.C. Emekli Sandığı Kanunu ve Sosyal Sigortalar Kanununa veya yalnız Sosyal Sigortalar Kanununa tabi olarak sadece aynı ya da değişik kamu kuruluşlarında geçen hizmet sürelerinin birleştirilmesi suretiyle Sosyal Sigortalar Kanununa göre yaşlılık veya malullük aylığına ya da toptan ödemeye hak kazanan işçiye, bu kamu kuruluşlarında geçirdiği hizmet sürelerinin toplamı üzerinden son kamu kuruluşu işverenince kıdem tazminatı ödenir.
Yukarıda belirtilen kamu kuruluşlarında işçinin hizmet akdinin evvelce bu maddeye göre kıdem tazminatı ödenmesini gerektirmeyecek şekilde sona ermesi suretiyle geçen hizmet süreleri kıdem tazminatının hesabında dikkate alınmaz.
Ancak, bu tazminatın T.C. Emekli Sandığına tabi olarak geçen hizmet süresine ait kısmı için ödenecek miktar, yaşlılık veya malullük aylığının başlangıç tarihinde T.C. Emekli Sandığı Kanununun yürürlükteki hükümlerine göre emeklilik ikramiyesi için öngörülen miktardan fazla olamaz.
Bu maddede geçen kamu kuruluşları deyimi, genel, katma ve özel bütçeli idareler ile 468 Sayılı Kanun'un 4. maddesinde sayılan kurumları kapsar.
Aynı kıdem süresi için bir defadan fazla kıdem tazminatı veya ikramiye ödenmez.
Kıdem tazminatının hesaplanması, son ücret üzerinden yapılır. Parça başı, akort, götürü veya yüzde usulü gibi ücretin sabit olmadığı hallerde son bir yıllık süre içinde ödenen ücretin o süre içinde çalışılan günlere bölünmesi suretiyle bulunacak ortalama ücret bu tazminatın hesabına esas tutulur.
Ancak, son bir yıl içinde işçi ücretine zam yapıldığı takdirde, tazminata esas ücret,işçinin işten ayrılma tarihi ile zammın yapıldığı tarih arasında alınan ücretin aynı süre içinde çalışılan günlere bölünmesi suretiyle hesaplanır.
( Değişik : 29/07/1983 – 2869/3 md. ) 13. maddesinde sözü geçen tazminat ile bu maddede yer alan kıdem tazminatına esas olacak ücretin hesabında 26. maddenin birinci fıkrasında yazılı ücrete ilaveten işçiye sağlanmış olan para ve para ile ölçülmesi mümkün akdi ve kanundan doğan menfaatler de gözönünde tutulur. Kıdem tazminatının zamanında ödenmemesi sebebiyle açılacak davanın sonunda hakim gecikme süresi için, ödenmeyen süreye göre mevduata uygulanan en yüksek faizin ödenmesine hükmeder. İşçinin mevzuattan doğan diğer hakları saklıdır. ( 1 )
( Değişik: 17/10/1980 - 2320/1 md. ) Bu maddede belirtilen kıdem tazminatı ile ilgili 30 günlük süre hizmet akidleri veya toplu iş sözleşmeleri ile işçi lehine değiştirilebilir.
( Değişik: 10/12/1982 - 2762/1 md. ) Ancak, toplu sözleşmelerle ve hizmet akitleriyle belirlenen kıdem tazminatlarının yıllık miktarı, Devlet Memurları Kanununa tabi en yüksek Devlet memuruna 5434 Sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre bir hizmet yılı için ödenecek azami emeklilik ikramiyesini geçemez.
( Değişik fıkralar: 17/10/1980 - 2320/1 md. ): İşçinin ölümü halinde yukarıdaki hükümlere göre doğan tazminat tutarı, kanuni mirasçılarına ödenir.
Kıdem tazminatından doğan sorumluluğu işveren şahıslara veya sigorta şirketlerine sigorta ettiremez. İşveren sorumluluğu altında ve sadece yaşlılık, emeklilik, malullük, ölüm ve toptan ödeme hallerine mahsus olmak kaydiyle Devlet veya kanunla kurulu kurumlarda veya % 50 hisseden fazlası Devlete ait bir bankada veya bir kurumda işveren tarafından kıdem tazminatı ile ilgili bir fon tesis edilir.Fon tesisi ile ilgili hususlar kanunla düzenlenir.”
hükmünü içermektedir.
Somut olayın incelenmesinde, davacının evlenmek amacıyla evlilik tarihi olan 09.10.2006 tarihinden yaklaşık on gün kadar önce 30.09.2006 tarihinde iş akdini sona erdirmek amacıyla davalı işyerine dilekçe verdiği, yani fesih hakkını, resmi evlilik işlemini tamamlamadan kullandığı, davacı kadın işçinin nikah öncesi iş akdini sonlandırmaya yönelik yaptığı bu işlemin fesih olarak nitelendirilmesinin mümkün bulunmadığı, işyerinden ayrılmak amacıyla verilen dilekçenin istifa mahiyetinde olduğu, bu itibarla 1475 Sayılı İş Kanunu'nun 14.maddesinin 1.fıkrasında yer alan ve fesih hakkının, resmi evlilik işleminin gerçekleştiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kullanılacağına dair kanunun açık hükmüne aykırı davranıldığı anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca; Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma ilamına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu sebeple direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davalı Ş. vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, 5521 Sayılı İş Mahkemeleri Kanunu'nun 8/ son maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 12.10.2016 tarihinde oybirliği ile karar verildi.